Refik Anadol ve Bulanıklaşan Gerçeklik Sınırları
Sanat şüphesiz ki insanoğlunun elindeki en büyük güçlerden biri. Kullandığınız araç ne olursa olsun, bir ifade biçimi olarak hem çok güçlü hem de çok etkili. İster kalemleri, boyaları, kameraları ister tamamen yapay zeka ve dijital ekranları kullanın sanat, eşsiz bir dışavurum aracı.
Son dönemlerde teknolojinin gelişmesiyle birlikte sanatın da yöntem değiştirdiğini gözlemleyebiliyoruz. Artık teknolojiyle çok daha bütünleşik çağdaş sanat anlayışına aşinayız. Ve bu yeni dönemin en gözde, en üretken sanatçılarından biri de sanatıyla algılarımızla oynayıp bize sanal bir gerçeklik sunan, görünmeyeni görünür kılmayı hedefleyen, veri resimleri ve veri heykelleri alanındaki öncü isim Refik Anadol.
1985 İstanbul doğumlu olan Refik Anadol, lisans ve yüksek lisans eğitimlerini Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde tamamladıktan sonra, Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi (UCLA)’nde Design Media Arts Bölümü’nde ikinci yüksek lisansını yapmış. Halen Kaliforniya’nın Los Angeles şehrinde yaşayan sanatçı, Antilop Tasarım Stüdyosu’nun da ortağı ve yaratıcı yönetmeni.
Son dönemlerde fırçasının ‘yapay zeka’ olduğunu söyleyen Refik Anadol, veriyi her seferinde farklı formlarda karşımıza çıkarıyor. Bazen sonbaharda ortaya çıkan rüzgarları bazense hatırlama eyleminin nörolojik sürecini hareketli bir tabloya dönüştürüyor. Tamamen sanal bir ortamda gerçeklik algımızı sorgulatırken bir yandan da bizi gelecek, yapay zeka, makine öğrenimi gibi konularda düşünmeye, tartışmaya itiyor.
O da ‘yeni medya’ kavramına karşı olanlardan ve kendisini yeni medya sanatçısı değil, medya sanatçısı olarak tarifliyor. Sanatında asıl odaklandığı medya ‘veri’ ve veriyi her seferinde farklı bir formda; ya resim ya heykel ya da performans formunda karşımıza çıkarıyor.
Bütün bu heyecanlı sürecin 9 yaşında Blade Runner’ı izlemesiyle tetiklendiğini ifade eden Refik Anadol, UCLA’in dünyanın farklı ülkelerinden çok fazla öğrenci barındıran okullardan biri olmasının ve dolayısıyla bu çok kültürlülüğü deneyimlemenin sanatına oldukça olumlu katkıları olduğunu vurguluyor.
“Sanat pratiğimde genel olarak medya sanatlarının mimariyle olan ilişkisini araştırmaya çalışan ve olabildiğince teknoloji odaklı bir yaklaşımla insanoğlu olarak başımıza gelecekleri heyecanla izleyen biriyim” diyen Refik Anadol’u ve sanatını daha iyi anlayabilmek adına 4 çalışmasını sizinle paylaşmak istiyoruz:
WDCH Dreams
Frank Gehry’nin Kaliforniya’nın Los Angeles şehrinde tasarlamış olduğu, 2003 yılında tamamlanan ikonik yapı Walt Disney Concert Hall’de sanatseverlerle buluşan WDCH Dreams, Los Angeles Filarmoni iş birliğiyle gerçekleştirilen bir çalışma.
WDCH Dreams’de Google Artists and Machine Intelligence (Google Sanatçılar ve Makine Zekası) programıyla çalışan Refik Anadol, LA Filarmoni orkestrasının 100. yıl dönümü kutlamaları kapsamında Walt Disney Concert Hall cephelerini bir tuval gibi kullandı. Binanın cephelerine yansıtılan dijital enstalasyon, LA Filarmoni’nin 27 terabaytlık ses ve görsel arşivinin Refik Anadol tarafından yeniden yorumlanmasıyla oluşturulmuş. Görüntünün cepheye giydirilebilmesi için 42 tane yüksek enerjili projeksiyon kullanılmış.
Eriyen Hatıralar (Melting Memories)
Eriyen Hatıralar, ileri bir teknoloji kullanılarak hatırlama eyleminin beynimizde yarattığı hareketi, algoritmalara dönüştürerek görselleştiren, çağdaş sanatın en önemli eserlerinden biri. Etkileyici bir görsellik sunarken bir yandan da bizi “hatırlama” eylemi üzerine düşündüren Eriyen Hatıralar, ilhamını Antik Mısırlılardan Blade Runner 2049 filmine kadar insan belleği üzerine yapılmış pek çok araştırma, tartışma ve öngörüden alıyor.
Sanatçı, hatırlama sürecinin maddeselliğini ele aldığı çalışmalarını, Kaliforniya Üniversitesi’nin nörolojik sorunlar üzerine çalışan Neuroscape sinirbilimi merkezinin laboratuvarlarında yaptığı deneyler sonucunda yaratmış. Sadece bir sanat eseri olarak tanımlayamayacağımız, bilimsel verinin koca bir heykele dönüştürüldüğü projenin bilim, teknoloji ve sanat ara kesitinde bir iş olduğunu söyleyebiliriz.
Arşiv Rüyası (Archive Dreaming)
SALT Araştırma’nın arşiv koleksiyonlarında bulunan 1.700.000’i aşkın belgenin, yapay zeka kullanılarak özelliklerine göre sınıflandırıldığı ve ilişkilendirildiği Arşiv Rüyası, izleyicilere tamamen sarmalandıkları bir mekanda, bu çok boyutlu verileri bir ilişkiler ağı üzerinden deneyimleme olanağı sunan enstalasyon çalışması.
SALT Araştırma ekibi tarafından İstanbul’dan Los Angeles’a gönderilen 2 tb’lık hard diskle başlayan projeyi, Borges’in Babil Kütüphanesi isimli hikayesinden etkilenerek tasarlayan Refik Anadol, bu proje kapsamında konuk sanatçı olarak Google Artists and Machine Intelligence programıyla çalışmış.
Arşiv Rüyası ile “21. yy’da fizikselliğin kaybolduğu bir gerçeklikte, arama motorlarının olmadığı bir dünyada veriye nasıl ulaşabilirdik? Bütün bu veriyi insanlar değil de yapay zeka okusa ne görür; bir mekan önerebilir mi, yeni bir form üretebilir mi? Eğer yapabilirse ve bizim gibi öğrenebilirse rüya da görebilir mi?” gibi sorulara cevap arayan Refik Anadol, bize gelecekte muhtemelen fiziksel bir yapıda olmayacak olan kütüphanelerin muhtemel arayüzü hakkında ipucu veriyor.
Bu enstalasyonun, bilim kurgu seviyesinde olduğunu ve bir gerçeklik önermediğini vurgulayan medya sanatçısı Refik Anadol’un izleyiciyi çevreleyen, 4 kanallı interaktif bir uygulaması olan Arşiv Rüyası projesi, ziyaretçileriyle 2017 yılında buluştu.
Sonsuzluk Odası (Infinity Room)
14. İstanbul Bienali’nin paralel etkinliklerinden biri olan “40 Metre 4 Duvar 8 Küp” sergisinde sanatseverlerle buluşan Sonsuzluk Odası, Refik Anadol’un yüksek lisans döneminde “geçici zahiri mekanlar” araştırması sırasında ortaya çıkmış. Ancak bütçe kaynaklı sebeplerle projesini gerçekleştiremeyen Anadol, Sonsuzluk Odası’nı “40 Metre 4 Duvar 8 Küp” sergisine kadar rafa kaldırmış.
Proje kapsamında, medya sanatları ile mimari, 14 dakikalık bir sürede 7 algoritma ile tamamen aynalarla kaplı küp şeklinde bir odanın içerisinde bir araya getirilmiş diyebiliriz. Yer çekiminin olmadığı, tavan, taban, köşe gibi mimari elemanlardan bağımsız olarak alternatif bir gerçeklik ve deneyim tasarlamaya odaklanan dijital enstalasyonu, “alışılagelmiş sinema deneyiminin arkitektonik düzlemde yeniden oluşumuna tanıklık etme hikayesi” olarak tanımlıyor Refik Anadol.
Sonsuzluk Odası’nda ışığın, gerçek ve kurgusal olan ile fiziksel ve sanal olan iki alan arasındaki sınırları birleştirmek ve bulanıklaştırmak için kullanılan temel unsur olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda 3 boyutlu sanal bir çevre sunan proje, fiziksel olmayan bir dünyada varlık algısı yaratıyor.
Yeni Medya ile Büyüyen Siber Kültür yazımızı da okumanızı öneririz.