Sosyal Medyada Maskeli Balo!
Efsaneye göre Avustralyalı bir genç “selfie” kelimesini ilk kez 2002 de patlamış dudağının fotoğrafının açıklamasında kullanmıştı. Şimdi adını bile bilmediğimiz bu genç, eğer kelimenin patentini almayı akıl edebilmiş olsaydı şu an bir servet sahibi olabilirdi. Ancak maalesef tarihe karıştı. “Selfie” de hashtag(etiket) olmadan önce tıpkı bu genç gibi kendi halinde bir kelimeydi. Bu kelime ne zaman Instagram’da etiket olarak kullanıldı, işte o zaman akım bir virüs gibi dünyaya yayıldı.
O gün bugündür hepimiz hemen hemen her gün yanımızdan ayırmadığımız cep telefonlarımızla içlerinde selfielerin de olduğu onlarca fotoğraf çekiyor ve toplamda Instagram’a konan günlük ortalama 500 milyon karenin bir parçası oluyoruz.
İnsanın kendi görüntüsünü ölümsüz kılma ve varlığının pazarlamasını gelecek nesillere de yapma merakı fotoğraf makinesinin icadının çok öncelerinden beri var aslında. Tarihte padişahlar, ülke liderleri bir kamera karşısına geçme fırsatı bulamadıkları zamanlarda dahi bu açığı ressam şövalyeleri önünde uzun saatler sabrederek kapatmaya çalışmışlardı.
İnsanlar uzun yıllarca fotoğrafa, kendinden sonra gelen nesillere ya da uzakta bulunan akraba veya eşe, dosta bir anı bırakabilmek amaçlı baktılar. Oysa günümüzde cep telefonlarımız aracılığı ile kaydettiğimiz sahneler bu amaçtan oldukça uzaklaştı.
Küçük Prens , insanlardan yakındığı bölümlerden birinde “Kendini beğenmişler, övgüden başka hiçbir şey duymazlar” der. Her gün çekilen, çekildikten sonra çeşitli filtrelerle mükemmelleştirilen onca pozumuz elbette övgüyü hak etmekte. Ancak esas sorun da bu noktada başlamaktadır. Bizler bu fotoğrafları bu övgüleri duymak için mi paylaşır olduk; yoksa zaten emin olduğumuz güzelliklere başka gözler de kavuşsun diye mi? Yani bu bir çeşit kendini pazarlama yöntemi mi?
Ya Olduğun Gibi Görün Ya Da Filtrelerden Filtre Beğen
Yine sosyal medya hesapları sayesinde felsefesi ve öğretileri epeyce paylaşılan Mevlana’nın ünlü cümlesinde de belirttiği, göründüğün gibi olma ya da olduğun gibi görünme hali, herkesin günlük hayatında karşısındakinden bir numaralı beklentisiyken “paylaş” anında ne oluyorsa pek de yürümeyen bir felsefe.
Kimseler bu zamanlarda yataktan kalktıkları anki ruhla bedenin buluşmamış halini ya da sohbetin en koyusuna rastlayan, tabakların ve bardakların masada birbirine geçmiş ,makyajların dağılmış, alınların parlamış anını sabitleme ve birilerine gösterme ihtiyacı duymuyor. Aksine bu gibi pozlar parmakların hızlı hareketleriyle rulolardan acil olarak temizleniyor.
Bu elbette yaşanan anlarla da kısıtlı değil. Dönemsel olarak yoğunca pazarlanan ya da parlatılan ne varsa, hikayelerde görünmezse bir anda demode ya da çağ dışı kalma riskine karşın hızlı bir paylaşımla “hayatın vazgeçilmezi” halinde sunuluveriyor. İşte, herkesin zorla tüketmeye çabaladığı detox içeceklerinin balla kaymağın tahtını sarması, nereden ve nasıl hayatımıza bu kadar dahil olduğunu çözemediğimiz chia tohumunun mercimeğin saltanatını hızla devirmesi de hep bundan.
Durmayalım Düşeriz
En yakın ve içten dostların dahi hesaplarına kısaca göz gezdirdiğimizde fotoğraflarındaki özeni, çok da hayatlarını yansıtmayan anların kayıtlarını ve paylaşımlarını görme sebebimizin temelinde yatan duygu da bu belki.
Hayatın, teknolojinin de yardımıyla aldığı hız ve ivmesini yakalamak, bir çeşit ölümsüzlük ve bu pazarlama arenasında ben de varım telaşı. Elbette pazarlama ve reklam, bunca rengin, ışığın ve efektin güdümündeyken insanoğlunun neysem oyum,içim dışım bir halini koruyabilmesi zorlu bir savaş olacak gibi. Zira öyle bir dünyada yaşıyoruz ki; fotoğrafını çekmediğimiz her şey, neredeyse hiç yaşanmamış gibi.
Ancak yine de konuyu Küçük Prens in şu meşhur resmiyle bitirmek faydalı olur belki de. Bir şeyin sadece dışına baktığımızda çok da gerçeği göremeyebiliriz çoğunlukla. Bazen bir şapka aslında fil yutmuş bir boa yılanı olabilir, kim bilir?