Dijitalleşemeyenler: Nezaket
Dijital çağda kazandığımız onca şeye rağmen kaybettiklerimizi hiç düşündünüz mü? Dijitalleşemeyenler serisinde bu hafta evrensel bir kültür olan ancak eskisi kadar değer görmeyen bir kavramı ele almak istedik: Nezaket. Siber zorbalığın, sanal kimliklerin, dijitalleşmenin arttığı bu zamanda dijitalleşemeyen bir kültürden bahsetmek istiyoruz. Geçmişi eski ve bir o kadar evrensel bir kültürden…
Şehir hayatında nezaket
Biraz olsun düşünüp yeniden hatırlamaya çalışalım, dünyanın tüm şehirlerini… En son ne zaman bir çocuğun sokakta özgürce oynayabileceği güvenli bir alana sahip olduğunu hissettik? Ya da ne zaman güvenli alanımıza, evimize gitmeden şehrin sokaklarında uzunca zaman geçirebildik? Psikolog Francesco Tonucci, çocukların şehirden kaybolduğunu söylüyor. 1990’larda çocuk olanların hareketliliği ve özerkliği üzerine yapılan araştırmalarla desteklediği bu fikrin altında ise zaman içinde kademeli olarak azalan geri çekilmeler var. Tonucci, otomobil diktatörlüğünü hedef alarak kamusal alanlarda, sokaklarda hatta şehrin bütününde korumacılığın arttığını ve şehir hızının özgürlükleri kısıtladığını belirtiyor.
Meslektaşı Ana Paricio da benzer fikirde. Hatta fikri, çocukların hareketlerini nasıl kaybettiklerini gösteren çalışmalarla destekliyor. Okula giderken bir arabanın penceresinden izlenen sokak, bir çocuğun hangi alanda özgürce hareket edebilmesine fırsat sunabilir ki? Ya da gözetimi sağlamak amacıyla inşa edilmiş bir oyun alanının metrekaresi ne kadar büyük olabilir? Sorular uzayıp gider ancak asıl sorun, sokakların aslında herkese ait olamamasından kaynaklanıyor. Çünkü konunun tek mustaribi çocuklar da değil. Hareketin fiziksel bir meydan okuma haline geldiği yaşlarda da kamusal alan güvenliği ön plana çıkıyor. Hatta hareket sadece fiziksel bir kısıtlama olmanın ötesinde.
Yaş, cinsiyet, sosyal statü hatta zaman… Her biri kentte bir topluluk olarak yaşamayı ve birbirimize nazik olabilmeyi engelleyen sorunlar haline geliyor. Yalnızlığın, eşitsizliğin, düşük yaşam kalitesinin ve suçların sebebi olarak görülen kent tasarımları. Belki de bunların yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Kısacası dünyadaki her insan; kendine, doğaya ve diğer insanlara yeniden nazik davranmayı öğrenmek zorunda.
Güney Afrika’da nezaket: Ubuntu
Bu kültürün ne kadar eski olduğuna ve dünyanın neresine gidersek gidelim böyle bir kültürle karşılaşacağımıza da değinmek gerek. Hala bu kültür yaşıyor mudur bilemiyoruz ama hatırlamak ve hatırlatmakta fayda var.
Güney Afrika’da görev alan bir antropolog, kabile çocuklarına oyun oynamayı öğretmek için bir meydanda toplandığında “ubuntu” felsefesiyle tanışmıştık. Bir grup çocuğun bulunduğu yarışta meyve ağacına ilk ulaşan kişi yarışı kazanacaktı. Ödül olarak da meyveyi yiyecekti. Ancak sonuç hiç beklediğimiz gibi olmadı. Zira çocuklar el ele tutuşup ağaca birlikte ulaşmayı tercih etti. Sonrasında hep birlikte meyveleri yemeye başladı. Antropolog bunun nedenini sorduğunda çocuklar “ubuntu” yaptıklarını söylediler. Ben yalnızca biz olduğumuz zaman “ben”im. 19’uncu yüzyılın sonuna kadar kaynaklarda yer almayan bu kavramın kökeni ise Nguni atasözünden geliyormuş. “Umuntu ngumuntu ngabantu” yani bir kişi diğer kişilerle bir kişi olabilir gibi…
Nelson Mandela da “ubuntu”ya atıfta bulunarak yalnızca başkalarının insanlığı aracılığıyla insan olduğumuzun derin duygusunu hissedebileceğimizi söylüyor. Eğer bu dünyada herhangi bir şeyi başaracaksak, bunun eşit ölçülerde başkalarının çalışmaları ve başarılarından kaynaklanacağını ifade ediyor. Ubuntu felsefesinde özellikle tecrit edilmiş olarak var olamayacağımızın altı çiziliyor. Cömertliğin, bağlılığın, birliğin önemi anlatılıyor.
Japonya’da nezaket: Omotenaşi
“Omotenaşi” kültürü, toplumun geçmişten gelen misafirperverliğini özetliyor. Ahlak sistemini başkalarına yük olmama, sıkıntı yaratmama üzerine kurmuş bir toplumun dinî inançları da bunu yönlendiriyor olabilir. Ancak her şekilde iyilik ya da kötülüğün bir şekilde karşılık bulacağına inanılıyor. Yaşayanlar da bunun bilincinde olduğu için kendine ya da diğerlerine kötü bir davranış sergilemekten kaçınıyor. Herkese fayda sağlayacak çalışmaların peşinden gidiyorlar.
Japonya’nın özverili misafirperverlik geleneğini asırlık ritüellere dayanan çay törenlerinden biliyoruz. Yalnızca misafir olarak gelenlerin yabancılara karşı değil, restoran ve mağaza çalışanlarının müşterilere karşı sıcak davranışları da “irasshaimase” selamıyla kendini gösteriyor. Bu ilkelerin yıllar içinde güncellenmesi de elbette ahlaki yozlaşmanın önüne geçilmesine sebep.
Rum kültüründe nezaket: Philoxenia
Kelimenin tam çevirisiyle “yabancıları ağırlamak” anlamına gelen Philoxenia, Yunan kültürünün kucakladığı zihniyeti işaret ediyor. Üstelik hiçbir dilde tam bir karşılığı olmayan yok. İnsanları yerel alanlarında sınırlamak ve değerlendirmek yerine evrenselliği benimsediklerini tüm dünyaya aktarmak istiyor. Misafirperverliğin ve yabancı sevgisinin Zeus’a dayandığı düşünülüyor. (Zeus’un aldığı sıfatlardan biri olan “Xenios”, onun misafirperverliğini işaret eder.) Ve tanrının emri olduğuna inanılan davranışlar nesilden nesle yayılan bir geleneğe dönüşüyor.
Bir yabancı kapının önüne gelirse, ev sahibi herhangi bir soru sormadan ona yiyecek yardımı yapmalı. Eğer barınabileceği bir yer yoksa evinde ağırlamalı. Buna karşılık misafir de gerektiği kadar kalmalı ve ihtiyacını karşılayacak kadar yiyip içmeli. Taraflardan biri bu yükümlülükleri yerine getirmezse Zeus Xenios’un ilahi gazabına uğrayacak. Elbette bu inanış bugüne kadar bu biçimde uzanmadı. Ancak nezaket geleneği bugün bir yabancıya samimi bir gülümseme sunmaktan tutun da kaybolan birine içten bir destekle yardım etmeye kadar ilerledi.
İran’da nezaket: Taarof
Nezaket/iyilik duvarı olarak adlandırılan bir duvar viral hale geldi ve 2015 yılında dünyadaki çoğu toprak parçasında bir girişimin ilhamı oldu. İran’ın kuzeyinde yer alan Mashhad şehrinde biri, bir duvara şu şekilde bir mesaj bıraktı: “İhtiyacınız varsa alın, yoksa bırakın.”
Duvar zamanla ceket, palto gibi kıyafetlerle dolarken sosyal medya paylaşımlarıyla birlikte fikir hızla yayıldı. Bugün sokakta gördüğümüz askıda ekmek, askıda fatura girişimleri gibi… Çin, Endonezya, Hindistan da benzeri tekrarlandı, İtalyanlar kuzeyden güneye sıcak tutacak kıyafetleri duvarlara asmaya başladı. Bologna’da anaokulu öğrencileri için kıyafet, oyuncak ve kitaplar bağışlandı; sokak çocukları için ise bağış kampanyaları düzenlendi.
Rumi gibi insan erdemlerini savunan eski şairlerin dilinde de hissedilen İran kültürünün nazik ruhunu “taarof” ile özetlemek mümkün. Taarof da nezakete ve saygıya atıfta bulunan, sosyal davranışları kapsayan kuralları içeriyor.
Bizler de ben yerine biz diyebileceğimiz yeni normallere kısa sürede ulaşmayı dileyerek, evrensel bir gelenek olan nezaketi hepimiz için yeniden çağırıyoruz.